Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
YAZARLAR

Türkiye'nin "güzel" hallerini bir de Yana Temiz'den dinleyin: Biricik!

İzmir'de yaşayan yazarımız Yana Temiz, uzun yıllardır severek "ikinci vatan" yaptığı Türkiye'den gerçekçi, dokunaklı, hüzünlü, keyifli izlenimler, anılar anlatmaya devam ediyor.  Yılların kebapçısından mahallenin terzisine, "Türkiye güzellemesi" ile neden bu memleketi "sevgili ve biricik"  saydığını anlatıyor. Bardağın dolu yarısına bakarak... Büyük bir keyifle okuyacaksınız:

Biricik…

Günümüzün İzmir’i Smirna’nın daracık sokakları arasında, şehrin hemen merkezinde, zor farkedilen, dış görünüşü pek de güzel olmayan ve insanı hiçbir şekilde kendine çekmeyen, hiç de ayartıcı olmayan bir tabela vardır: ‘Ödemiş-Kebap’. Dikkatinizi çekmez, eski ve boyası silinmiş sanırsınız, hiçbir turist hemen altındaki kapısını aralamak istemez, aralasa bile içeri girmez. Küçücük, yarı karanlık bir odanın içinde, üzeri ucuz masa örtüsü ile kaplı beş masacık durur, solgun duvarlarında rengini yitirmiş aile fotoğrafları ve 60'lı yıllara özgü seramik karolar vardır. Her şey tertemizdir ve görünüşü yoksuldur… yok, yok, bu bilinçli bir retro çalışması, Sovyet komün daireleri stilinde yapılmış "Moskova restorasyonlarını" andıran bir kopya çalışması değildir. Bu bir özgünlüktür: Eskiden nasıl idiyse...

Burada, gösterişsiz, neredeyse yoksul olan bu mekanda, İzmir’in (belki de Türkiye’nin!) en iyi ‘Ödemiş-Kebab’ı yapılır. Bu, restoran sahiplerinin memleketi olan Ödemiş’ten adını alan bir köftedir, ancak ağzının tadını bilenler orada böylesi lezzetli köfte bulamayacağınızı bilirler, oraya değil, buraya, zor farkedilen bu İzmir restoranına giderler. Elli yıldan fazladır bu küçük mekanda "fiks" yemek siparişi yapılır ve üç beş müşteriye hizmet verilir. Burası, eski bir aile işletmesidir, Türkiye’de böyleleri hiç de az değildir, inşallah hem yaradan hem de hükümet böylece kalmalarını sağlar! Bizim çağımızda hiçbir fast-food'un bu öekanların da kapamasına sebep olmaması için dua ederiz!

Eşim buraya ilk defa kırk, ben ise yirmibeş yıl önce geldik. O günden beri hiçbir şey değişmedi, sadece restoran sahibinin büyük oğlu, merhum babasına benzeyen bir yaşlıya dönüştü ve artık herkese değil, sadece yaşlı ve seçkin müşterilere hizmet veriyor.

- Her zamanki gibi değil mi? – bana gülümsüyor. – Acı bibersiz, ekmeği ve yağı az olsun değil mi? Size birbuçuk. Ayran soğukça olsun değil  mi?

Biz sürekli müşteri değiliz, yılda bir ya da iki kere yolumuz düşer, daha sık değil; biz fazla kaprisli ve akılda kalan müşterilerden de değiliz, burada kabul görmediği için bahşiş bırakmayız. Ama bizi hatırlarlar, tanırlar, hem restoran sahibi hem de oğlanları için bizler "biriciğiz"dir.

Türkiye’ye geldiğimde, hiç beklemediğim bir şekilde, eskiden sadece ailede tattığım o tanıdık güzelliği ve mutluluğu, yani "biricik" olmayı hissetttim. Moskova’da ya da Peterburg’ta sokağa çıktığımızda, içimizde, bir çeşit bireysellik kaybına uğramayı kabulleniriz: ‘Siz kalabalıksınız, ben ise tek başımayım!’. Bu Sovyet hizmet sektörünün sloganı, insanı  sıradaki, istenmeyen, bir yük getiren olarak kabul etmeye zorlardı. Memurlar, satıcı hanımlar, garsonlar için bizler hiç kimseydik, özel girişimciliğin, küçük çaplı işletmelerin her birimizde ayrı bir kişiliği görmeye başlaması için çok uzun yıllar geçmesi mi gerekecek acaba?

Türkiye’de bizler "biriciğiz".

Bizi hatırlarlar, tanırlar, hatta, galiba severler. Öyle küçük bir köyde değil, trafik sıkışıklığı, metrosu, dolmuşları, çok katlı evleri olan banliyöleri ile dört milyonluk büyük bir şehirde. Nedense bu, hiçbirimizi "kalabalıktan biri" yapmıyor.

- Her zamanki gibi değil mi? – Herhangi bir restorana iki kerden fazla giden her müşteriye sorulan sorudur bu.

- Asya ve Aylin, nasıl da büyümüşsünüz! – Didim kıyısındaki bir kafenin garsonlarıdır bunu söyleyen. Biz yılda bir kere oraya gideriz, popüler tatil beldesinin en hareketli yeridir, yaz sezonunda kalabalık İngiliz, Alman ve Rus turistlerden geçilmez. Bu deniz manzaralı, pek de ucuz olmayan kafeye turistler bayılırlar, burada gün batımının zevkini çıkarmak bir başkadır, bazen boş bir masayı dahi zor bulursunuz… biz, doğrusunu söylemek gerekirse sadece dondurma yeriz burada. Oysa onlar çocuklarımızın isimlerini dahi hatırlarlar.

Biz onlar için "biricik" değilsek bile, bir eşimiz daha olmadığı açıktır.

Geçenlerde fermuar lazım oldu, kırk santim boyunda, beyaz ve aynı tipte dört fermuar almam gerekti. Ben de Akbük köyündeki pazara gittim. İplik ruloları ve daha bir sürü diğer mal ile dolu tezgahın arkasında duran yaşlıca bir hanım sıkılmaktaydı.

- Fermuar mı? – diye üzülerek söze başladı. – Bende yok, ama bir sorayım… Ahme-e-eet! – uzaklara bir yere bağırmaya başlamıştı. – Fermuar lazımmış, sen de vaar mııı? Duymuyor, eh. Kendin gitmen gerekecek.

Ahmet’e doğru yollandım. Tezgahında binbir ıvır zıvır vardı, yan tarafta ise içinde fermuarlar olan küçük bir paket asılıydı, başladım karıştırmaya. Beyaz olanlarından yoktu.

- Söyler misiniz, lütfen, beyazından var mı?

- Orada bej olanları var, olmaz mı? – Ahmet umutsuz halime bakarak sormuştu.

- Hayır, bana beyazı lazım, dört tane, hepsi aynı olmalı!

- Yok... dört tane çıkmaz, - Ahmet tembel tembel cevapladı. – Ne için lazımdı?

- Lazım işte, dört adet. Beyaz. Aynı olmalı. Kırk santimlik.

- Kırk? Dört? – Ahmet ilgiyle bakıyordu. – Aslında beyazlar orada değildi.

Bir paket daha çıkardı. Paketten yılan yılan dökülen beyaz fermuarlar ortaya çıktı: hepsi aynı, uzun, hem de çok... hurraaa!

- Kırklık... – Ahmet sordu., - bunu bir de ölçmek lazım... Mehme-e-eet! – uzaklara bir yere doğru bağırdı. – Мetreyi getir! Metreyi, diyorum! Ölçü almak lazım!

Metre geldi, ancak Ahmet beyaz fermuarları ölçmek için aceleci davranmıyordu.

- Bu fermuarlar, - kara kara düşünerek bana doğru söylendi, - size uymaz.

- Neden?!

- Bu, - Ahmet ders verir gibi parmağını kaldırdı, - bu fermuarlar sadece yorgan kılıfı ve yastıklar içindir.

Bu öyle bir edayla söylenmişti ki ‘resmi kabul sona erdi’ anlamına geliyordu.

- Bana, - sevinçle başladım döktürmeye, - tam da divan yastıklarının kılıfları için lazım, ne şans ama! Dört tane kırk santimlik seçeyim... kaçaydı, sahi?

- Metresi iki lira. Size ne kadar lazım...

- Bir metre altmış, - dedim, -dört lira veririm, hatta beş, üstü kalsın.

- Yok, olmaz … - Ahmet anlaşılmaz bir hınzırlıkla söylemişti bunu

- Niye olmazmış ki?! – beyaz fermuarlar yılan yılan paketten dökülüyordu, birini çekecek oldum ve hemen meseleyi anladım. Bu ‘sonsuz’ bir fermuar idi, gereken boyu ölçüp, fermuar çekeceğini ve ucundaki durdurucuyu takmak lazımdı ve aynı işi defalarca tekrarlamak gerekiyordu. Dört kere.

Anlaşılan oydu ki sadece bunu düşünmek bile Ahmet’in keyfini kaçırmıştı. Nedense bana fermuar satmak istememişti, bu ne demek olabilirdi ki?!

- Eğer yastık içinse, uzunundan alabilirsiniz, dört fermuar çekeceği takarsınız ve dikiş sırasında da kesersiniz…

- Harika! – Bir metre almış santimin ölçümüne giriştim.

Ahmet’in yüzü aydınlandı.

- Eğer yastıklarınız kırklık ise, - ders verir gibi söze başladı, - o zaman kırküç ölçmeniz gerekir, hata payı olsun diye.

- Yok, teşekkür ederim, bana kırk yeter.

- Yetmez diyorum size! Yatıklarınızı dikmeye başladınız mı...

- Benim yastıklarım otuzyedi santimetre! – dayanamadan cevap verdim. – O yüzden de kırklık fermuar alıyorum!

Ahmet sustu.

- Hemen deseydiniz ya! – gücenmiş bir şekilde cevapladı beni. – Gelseydin, insan gibi deseydin ya: yahu Ahmet dayı, işte böyle, böyle, otuzyedi santimlik yastık dikiyorum, beyazından, dört tane lazım. İşte bu kadar. Ben de hemen beyaz fermuarı, dört çekeceği, kırklık dört kere, fazlası olsun verirdim, nasıl olması gerekirse öyle işte. Sen de kalkmış bana diyorsun?! Geldin ve hiçbir şey söylemeden başladın aramaya, beyazların hiç olmadığı yerde! Hiçbir şey demeden! Sanki süpermarkettesin! Al sana beş metre fermuar, beş tane de çekecek, sonra bozup da ağlamaya, şikayet etmeye gelmeyesin... senin parana da ihtiyacım yok, iki liranı alırım, fazlasını değil! İnsan gibi gelseydin, neyse söyleseydin... kalkmış bana beş lira veriyor, bak sen! Yastıklar otuzyedi santimmiş söylemekten aciz...

Utandım. Yastıklarım, benim, biricik, bir eşi daha olmayan hayatımın yastıkları hakkında her şeyi öğrenmek istiyormuş… işte ilgisini çeken şey buymuş, oysa ben…

- Sağolasın Ahmet dayı, çok sağolasın! Bir dahaki sefere aynen böyle söylerim, beni affedin.

Geçtiğimiz günlerde, kışınki gibi artık boş olmayan pazarda, gelen Fransız, İngiliz kalabalığı arasına karışmış, kendimi tıpkı Moskova metrosundaymış gibi hissederek, fark edilemeyen, kimseye lazım olmayan bir insan gibi dolaşırken aniden kulaklarıma bir ses geldi:

- Ne haber, abla? Yastıklarını diktin mi? Fermuarlar uydu mu?

Ahmet dayı, aman tanrım. Üç ay geçmiş, o ise hala beni hatırlıyor, ben onun için "biricik" müşterisiyim… neredeyse şimdi yine aynı ilgiyle, yine ortaya çıkacak olan elbiseye duyduğu gerçek ilgisi ile düğme seçmekle meşgul olduğu hanım müşterisini kıskanıyorum.

Türkiye’de insanlara umursamazlık diye bir şey yok, yetişmiyor buralarda.

Kendinizi her zaman biricik hissederseniz… Yeri gelmişken, kızlar! Animatöre ya da otel yöneticisine aşık olmakta aceleci davranmayın: Burada kendini kaybetmek, onun için eşi olmayan, biricik insan olduğunuza inanmak öylesine kolaydır ki! Dikkatli olun, bekleyin, aldanmayın, belki mutluluğunuzu bulursunuz ve uzun yıllar için sevilen ve eşi olmayan biri olabilirsiniz.

Tıpkı herkese çekici gelmeyen bu ülkenin benim için "biricik" ve "sevdam" oluvermesi gibi.

 Çeviren: Metin UÇAR

1.9.2014

Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
İLGİLİ HABERLER
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
ANKET
Hayatınız ve işiniz için 2023'e kıyasla genel 2024 beklentiniz nedir?
©Copyright Turkrus.com - All Rights Reserved
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама